Ekim Devrimi’nin 108. yıldönümündeyiz. Ekim Devrimi’nin sonucu olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kızıl bayrağının yerini Rus Federasyonu’nun üç renkli bayrağı alalı ise 34 yıl oluyor. Ekim Devrimi’nin alametifarikası olan işçi-köylü diktatörlüğünün ortadan kalkması ise bu tarihten çok daha öncesine uzanıyor.

Köz, Ekim Devrimi’nin nostalji konusu haline gelmediğini, güncelliğini yitirmemiş bir siyasal çizginin ürünü olarak bugüne de ışık tuttuğunu, siyaset sahnesine çıktığı 1999’dan bu yana savunuyor. Üzerinde yaşadığımız topraklarda bu çizgiyi savunanların Köz ile sınırlı kalmaması, benzer iddiaya sahip birçok farklı akımın mevcudiyeti, Türkiye’yi dünyanın diğer ülkelerinden ayırıyor.

Ekim Devrimi’nin dersleri, devrimden yaklaşık bir buçuk yıl sonra kurulan Komünist Enternasyonal’in belgelerine yansıdı. Komünist Enternasyonal, proleter devrimlerinin hangi güzergahtan geçerek, hangi ittifakla, nasıl bir önderlik ve taktik ilkelerle ilerleyeceğinin esaslarını Ekim Devrimi’ne dayanarak tarif etti. Ekim Devrimi’ni aşan bir proleter devrimi gerçekleşene dek, sadece bu esasların değil Ekim Devrimi’nin bir dizi ikincil özelliğinin de yol gösterici rol taşıdığı Komünist Enternasyonal’in kalkış noktasıydı. Dünya partisinin ulusal seksiyonları, kendi coğrafyalarında Komünist Enternasyonal’in önderliğinde Ekim Devrimi’nin yolundan yürümek için yola çıktılar.. 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin sadece programı değil eylem çizgisi de bu temel gerçeği belgelemektedir.

Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi, 1920

Komünist Enternasyonal, beşinci kongresi ile beraber, dünyada komünist iddiasını taşıyan hareketlerin tartışmasız merkezi olma niteliğini yitirdi. Komintern’in en büyük partilerinden KPD’nin içinden Almanya Komünist İşçi Partisi ayrıldı. Bu ayrışma ulusal değil uluslararası temelliydi; esasen KPD’nin değil Komintern’in otoritesine karşı gerçekleşti. Troçki ve takipçilerinin Komintern’i şeklen sahiplenen ama fiilen otoritesini reddeden bir konumda yalpalamaları da aynı döneme rastlar. Bu blok bir yandan 1933’e dek kendisini Komintern’in bir parçası olarak görüyor ama diğer yandan Komintern’in kararlarını tanımayacağını açıkça ilan ediyordu. İlerleyen yıllarda, başta ÇKP ve Çin örneği olmak üzere, Komintern’in iradesini tanımayarak hareket eden seksiyonların artması da bu otoritesizlik durumunun sonucudur. Nihayet 1943’te Komintern’in kapısına kilit vurulmasıyla uluslararası komünist hareket şekilsel anlamda da merkezsiz kalmış, uluslararası işçi hareketinin önderlik boşluğu artık gizlenemez bir şekilde tescillenmiştir. Söz konusu önderlik boşluğunun uluslararası komünist hareketi ve işçi hareketini içine sürüklediği bu kriz halen sürüyor. Komünist iddiasını taşıyan akımların Ekim Devrimi’nin derslerini terk etmesinde en önemli belirleyen, uluslararası komünist hareketin 1924’ten bu yana merkezsiz olmasıdır.

Türkiye devrimci hareketi de bu önderlik boşluğundan ve onu kaçınılmaz olarak takip eden tasfiyeden hesabına düşeni almış olsa da, tasfiyenin seyri dünyanın geri kalanındaki gibi olmadı. Dünya genelinde, özellikle Çin Devrimi’nin ve sömürgesizleştirme sürecinin ardından yaşanan devrimci yükselişin Türkiye’deki karşılığı görece geç olarak 71-72 kopuşu oldu. O dönem Türkiye’deki hükümet ve anayasa sorununa parlamentoda burjuva muhalefet ile işbirliği yaparak yanıt veren Türkiye İşçi Partisi’nin kimi kadroları, sınıf işbirliği çizgisini mahkum ederek partiden ayrıldı. Hükümet sorununun da anayasa sorununun da iktidarı alma sorunu olduğunu, iktidarı almanın zor eylemi ile mümkün olabileceğini, bunun için de TİP gibi anayasal sınırlar içinde var olan reformist partilerde kalmak değil devrimci ordu ve partiler kurmak gerektiğini savunan 71-72 devrimcileri bir kopuşun öncüsü oldular. Bu kopuşun doruk noktası yüzünü Mustafa Suphi TKP’sine dönmüş TKP/ML’nin kurulmasıydı. Söz konusu kopuş, Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna damgasını vuran çizgi ile buluşmamış olsa da, Ekim Devrimi’ni üreten devrimci dinamiklerin şekillendirdikleri örgüt ve partileri dünyanın her yanında olduğu gibi Türkiye’de de ortaya çıkardı. Ancak söz konusu hareketler sonrasında dünyanın diğer bölgelerine kıyasla farklı bir seyir izledi. Yetmişlerin sonunda itibaren dünyada genel olarak, SSCB’nin çöküşüyle de pekişen, bir geri çekilme dönemi hüküm sürerken Türkiye’de 71-72 kopuşunun devamcısı olma iddiasındaki örgütler ve dolayısıyla devrim ve devrimci örgüt fikri (ne devlet operasyonları ne reformistlerin yasal tasfiyeci girişimleri eliyle), tasfiye edilemedi.

Bu farklı seyirde belirleyici olan, Ekim Devrimi ile açılan çağın sadece 71-72 kopuşu ile Türkiye sathında değil, Kürdistan’da da farklı bir devrimci yükseliş yaratmış olmasıydı. Dört parça olması ve emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının merkezinde yer alması, Kürdistan’da, devrimci siyasi mücadelenin 1925-65 arasında bir anlamıyla buzdolabına girdiği Türkiye’den farklı olarak devrimci başkaldırıların, kah bir parçada kah öteki parçada, adeta kesintisiz bir biçimde sürmesine yol açtı. Aynı dinamiklerin sonucu olarak yetmişlerin ortasından itibaren Kürdistan’da da Türkiye’dekinden ayrı bir yükseliş yaşandı.

PKK’nin oluşumu da Ekim Devrimi’nin bu iki farklı coğrafyadaki farklı dinamiklerinin etkisinin özgün bir sonucu oldu. Türkiye devrimci hareketinin içinde yer almış kadrolar, bu çizgiyi farklı bir sahaya taşıdılar ve PKK’yi kurarak bu çizgiyi 12 Eylül’ün sonrasında Kürdistan’da hakim kıldılar. Ekim Devrimi’nin süregiden etkisi PKK’nin temel programatik metinlerinde “Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi’yle başlayan ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen dünya proletarya devriminin bir parçasıdır.” (Kürdistan Devriminin Yolu) gibi örneklerle ifade buluyordu. Bu nedenle PKK’yi dönemin sosyalist merkezlerine yüzünü dönmüş bir ulusal hareket olarak değil, SSCB’nin tarif ettiği ideolojik çerçeveye uygun olarak, ulusal sorunun mevcut olduğu bir coğrafyada proleter devrimcilik iddiasını taşıyan bir sol hareket olarak görmek gerekir.

SSCB’nin dağılması ile birlikte PKK’yi şekillendiren, onun proleter devrimi ve ulusal kurtuluş iddiasını çerçeveleyen ideolojik temel de ortadan kalktı. Gelgelelim bu PKK’nin tasfiye yoluna girmesi, eski partinin yerine tümüyle farklı bir parti yaratmayı başarması anlamına gelmedi. Kürdistan’daki sözünü ettiğimiz yükseliş PKK’nin dünyanın diğer yerindeki gerilla hareketleriyle aynı yoldan ilerlemesine engel oldu. Emperyalist paylaşım kavgasının daha da şiddetlenmesi PKK’nin kendi kuruluş ayarlarından tümüyle çıkmasını iyice engelledi. Hatta tersine PKK Kürdistan’ın kuzeyinde değil diğer parçalarında da varlık gösteren bir partiye dönüştü. Bu durum Türkiye’de daha önce yürürlüğe girmiş tasfiyeci projelerin akıbetini de belirledi. Bugün Kürdistan’da ve Türkiye’de Ekim Devrimi’nin rüzgarı halen güçlü estiği için tasfiyeci girişimlerin hiçbiri maksadına ulaşamadı.

Türkiye ve Kürdistan’daki bu özgün tablo geride bıraktığımız bir yıl içinde bir kez daha kendini belli ediyor. Tasfiye girişimini başarıya ulaştırmak isteyenler açıktan Ekim Devrimi ile hesaplaşmak, onun etkisini sıfırlamak zorunda. Öcalan’ın 25 Şubat tarihli “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ve PKK’nin 12. Kongresi’ne ilettiği 25 Nisan tarihli “Perspektif” metninin asıl amacının Ekim Devrimi ve “reel-sosyalizm” ile hesaplaşmak olması bu bakımdan şaşırtıcı değil. Dünyanın farklı noktalarında pek çok silahlı örgüt, SSCB’nin dağılmasının ardından tasfiye sürecine girdi, silahlarını bıraktı. Bunlar arasında hükümete katılanlar dahi oldu. Ama aralarından hiçbiri hala Ekim Devrimi ile hesaplaşmaya çalışmıyor. PKK’nin 34 yılın sonunda hala Ekim Devrimi ile hesaplaşarak kendi tasfiyesini neticelendirmeye çalışması, bu örneklerin yanında sıradışı bir yer tutuyor. Bunun sebebi elbette PKK’yi ortaya çıkaran ve devrimci dinamikleri bugün de diri tutan faktörlerden başkası değil.

Ekim Devrimi’nin muhasebesini siyasal mücadelenin kalkış noktası yapmak, onun yolunu reddedenler için bile bir zorunlulukken; Ekim Devrimi’ni çıkmaz bir sokak değil aşılması gereken bir eşik olarak görenler de Ekim’in yıldönümünde mesajlar yayınlayıp iman tazelemekle yetinemez. 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki nesnel koşulların bugün ile karşılaştırılması ve bunun ışığında Ekim Devrimi’nin güncelliğinin saptanması gerekir.

Bir Devrim Nasıl Aşılır: Komün’den Ekim’e, Ekim’den Bugüne

Ekim Devrimi, işçi sınıfının iktidarı fethettiği ilk örnek değil. 1871 Martı’nda, Paris’te işçiler, tarihin ilk proletarya diktatörlüğünü kurdular. Komün’ün ömrü 72 günü aşamadı fakat işçi sınıfının mücadele tarihinin en ileri noktasını işaretledi. Ekim Devrimi’ne gelene dek, işçi sınıfı için Komün’ü aşan bir örnek yoktu. Devrim mücadelesi, Komün’ün mirası üzerinden ilerliyordu. Bolşevikler de Komün’ün derslerini kuşanarak Ekim Devrimi’ne önderlik ettiler ve işçi sınıfının iktidar mücadelesinde Komün’ü aşan bir deneyim ortaya çıktı.

“Paris Komünü’nde ölenler, Sovyetler’in kızıl sancağı altında dirildi!”

Komün, Paris’in bir bölümünde iktidarda idi. Versay hükümetine karşı bu sınırları savundu, barikatları bu sınırların etrafına kurdu. Uluslararası bir perspektife sahip olmaması bir yana, Fransa sınırları içinde egemenlik iddia eden bir perspektiften dahi yoksundu. 1917’de geçici hükümetin devrilmesi ile sonuçlanan ihtilal ise tüm Rusya’da iktidarın işçi-köylü-asker sovyetlerine geçtiğini ilan ediyordu. Bolşevikler, Petrograd’da sahip oldukları güçten, Rusya’nın birçok bölgesinde yoksun olsa da, iktidar iddiası Petrograd’a sıkışmadı. Rusya’nın işçi köylü asker sovyetleri ise bolşeviklerin önderliği sayesinde Komün’ün ulusal bile olmayan bölgesel perspektifini işçi sınıfının uluslararası birliğini merkeziyetçi bir şekilde örgütleyerek aştı.

Paris Komünü’nde proudhoncular ve blankistler etkiliydi. Blankistlerin etkisi proudhoncularınkinin gerisinde olsa da, işçi sınıfının iktidar organının kurulması için yeterli, iktidar sorununu uluslararası ölçekte gündeme almak için yetersizdi. Bolşevikler ise Ekim Devrimi’nden çok daha önce bile enternasyonalist bir bakışla hareket ediyorlardı. Elbette İkinci Enternasyonal’in tüm partileri gibi bolşevikler de 1903 yılları arasında uluslararası sorunları gündeme alıyorlardı. Ama bolşeviklerin, Paris Komünü’nü aşan bir devrime önderlik etmesini sağlayan hazırlık bu dönemin sonrasında, Birinci Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla mümkün oldu. Lenin’in müdahaleleriyle bolşevikler emperyalizm çağını dünya proleter devrimler çağı olarak kavradılar. Savaşı katlanılması gereken bir talihsizlik olarak gören sosyal şovenlerin ya da ulusal bir darkafalılıkla yıkım edebiyatının dışına çıkamayan sosyal pasifistlerin aksine bolşevikler emperyalizm çağının aynı zamanda devrimler çağı olduğunu da tespit ettiler. Savaş koşullarının devletlerin elini güçlendirmeyip zayıflattığını, yöneten sınıfın asalak karakteri nedeniyle emekçi ve ezilenlerin seferber edilmesini zorunlu kıldığını ortaya koydular. Ve savaşın ilk gününden itibaren dünya devrimini merkeze alan uluslararası bir bakışla, yeni bir enternasyonal kurmak için girişimlerde bulundular. Zimmerwald’den Kienthal’e uzanan bu girişim amacına ulaşamadı ama yarattığı ilişkiler ağı ve bilinç sonrasında Ekim Devrimi’nin uluslararası seyrini tayin edici bir rol oynadı.

Savaşların yöneten sınıfların aleyhine, devrimci hareketlerin lehine olduğunu gözler önüne seren birçok tarihsel örnek mevcuttu: 19. yüzyılın ortasından itibaren, özellikle Avrupa’da, ayaklanmalar ve bölgesel savaşlar birbiri ardına patlak veriyordu. Komünist Birlik’in kurulmasından 6 ay sonra patlak veren 1848 devrimleri ile İtalya, Fransa, Almanya, Prusya, Macaristan ve Avusturya sarsıldı. Çarlık Rusya’nın ilhak ettiği Polonya’da ulusal ayaklanmalar 1863’te doruk noktasına ulaştı; Ocak Ayaklanması olarak anılan bu ayaklanma 1864’te yenilse de, ayaklanmanın rüzgarı Birinci Enternasyonal’in kurulmasında etkili oldu. 1870’te başlayan Fransa-Prusya Savaşı Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlanırken, Fransız ordusunun terk ettiği toplara el koyan Parisli işçiler, tarihteki ilk proletarya diktatörlüğünü kurdular. 1904’te başlayan ve Çarlık Rusya’nın bozguna uğradığı Rus-Japon Savaşı, 1905 Devrimi’ne zemin hazırladı.

Bolşeviklerin Birinci Paylaşım Savaşı sırasında aldıkları tutum, proletarya enternasyonalizminin pratik bir örneğini sergilemesi hasebiyle bu örneklerden ayrılıyordu. Proletarya enternasyonalizmi, Komünist Parti Manifestosu’ndan itibaren komünist hareketin temel ilkeleri arasındaydı. 1848 devrimlerinden Paris Komünü’ne, komünistler bu yenilgileri proletarya enternasyonalizmi üzerinden değerlendirdiler. Ekim’in Komün’ü aştığı noktalar, esasları itibariyle Marx’ın Komün derslerinde görülebilir. Nitekim bolşevikler de Birinci Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde uluslararası devrimci hareketin ne yapması gerektiğini, Komün derslerini hatırlatarak açıklamışlardır: “Basel Bildirisi doğrudan Paris Komünü örneğine değiniyor: hükümetler arasındaki savaşın bir içsavaşa dönüştürülmesine. Yarım yüzyıl önce proletarya çok zayıftı; sosyalizm için nesnel koşullar henüz olgunlaşmamıştı; bütün savaşan ülkelerdeki devrimci hareketler arasında birlik kurulamazdı; Paris işçilerinin bir bölümü (1792 geleneği) ulusal ideoloji sözüne saplanmıştı ve bu, o sırada Marx’ın da belirttiği gibi, onların küçük-burjuva zayıflıkları idi ve Komün’ün düşmesinin nedenlerinden biriydi. Yarım yüzyıl sonra, o zaman devrimi zayıflatan koşullar artık geçip gitti. Bugün, Paris komüncülerinin ruh haline kapılarak eylemi terk etmeye eğilim göstermek, sosyalistler için bağışlanmaz bir yanılmadır.”. Komün’de başarıyla uygulanamayan proletarya enternasyonalizmi çizgisinin yarım asır sonra dünya komünist hareketi tarafından uygulanabilmesi, bu yolla emperyalistler arası savaştan dünya devrimi lehine yararlanılabilmesi için bir çağrı; bu çağrının devamı olarak atılan adımlar söz konusudur.

İkinci Enternasyonal’e hakim olan sınıf işbirlikçi çizgiye karşı proletarya enternasyonalizminin arkasında duran devrimci bir çizgi bolşeviklerin öncülüğünde, ama onlarla sınırlı kalmayan, Avrupa’nın dört bir yanında enternasyonalist grup ve çevreleri harekete geçirerek oluştu. Böylelikle sosyal-yurtsever çizgiyle ayrışması bolşevikleri uluslararası bir akım haline getirdi.

Bolşevikler, işçi sınıfının uluslararası birliğinin, yani dünya devriminin önünde engel teşkil ettiği için sınıf işbirlikçi çizgiye karşı bayrak açmışlardı. Lenin, Kautskici oportünizmi tanımlandıktan sonra, devrimci ödevi şöyle tanımlıyordu: “İşçi sınıfı, bu dönekliğe, bu sorumsuzluğa, bu oportünizme kul-köle olmaya ve marksist teorinin bu eşi görülmemiş kabalaştırılmasına karşı yılmadan savaşım vermeksizin, dünya ölçüsündeki devrimci rolünü oynayamaz. … yalnızca hasım ülkelerdeki sol-kanat sosyalistleri tarafından bu yönde sistemli bir çalışma yapıldığı takdirde, bugünkü canice, gerici ve köleci savaşın kısaltılmasının, uluslararası devrimci bir hareketin yaratılmasının pekala mümkün olduğunu göstermektedir.”

İkinci Enternasyonal’in sınıf işbirlikçi çizgisinden kopmasına rağmen yeni ve devrimci bir enternasyonalin sorumluluğunu almaktan geri duranlar çoğunluktaydı. Bu nedenle bolşevikler uluslararası devrim partisini 1919 yılına dek kuramadı. Ancak bolşeviklerin Birinci Paylaşım Savaşı içinde verdikleri mücadeleyi tümüyle sonuçsuz görmek de doğru olmaz. Bilakis bu mücadele sonucunda uluslararası devrimci hareketin çekirdeği ortaya çıktı. Ekim Devrimi de bu sayede işçi sınıfının uluslararası devrimi olarak şekillenip muzaffer oldu.

Ekim Devrimi Uluslararası Bir Devrimdi

Çarlık Rusya topraklarında gerçekleşmiş olmasına bakarak, Ekim Devrimi’nin tek bir ülkeye sıkıştığı sonucuna ulaşmamalı. Zira Çarlık Rusya, Lenin’in deyimiyle, bir “halklar hapishanesi” idi. Ekim Devrimi ile birlikte yalnızca Rusya’da değil; Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da da sovyet cumhuriyetleri kuruldu. Bu cumhuriyetler, 1922’de SSCB’yi oluşturdu. SSCB tek bir ülke olarak değil, özgür cumhuriyetlerin gönüllü birliği olarak kuruldu. Yani Ekim Devrimi birden fazla ülkede gerçekleşen, çokuluslu bir devrim niteliği taşıyordu. Ne başarısız 1848 devrimleri, ne de Paris Komünü böyle bir örnekti.

Ekim Devrimi’nden sonra kurulabilen Komünist Enternasyonal’in takip ettiği yol, proletarya enternasyonalizminin en ileri örneğini teşkil etmektedir. Dünya devriminin sorumluluğunu üstlenen Komintern, Ekim Devrimi’nin bayrağını farklı ülkelere taşımak için adımlar attı. Alman devriminin başarısı için Sovyetler’in kaynakları kullanıldı, Radek Rusya’dan Almanya’ya yollandı, KPD kuruldu. İran’da bir sovyet cumhuriyeti kurulması için adımlar atıldı; ömrü kısa sürse de bu sovyet cumhuriyetinin kurulması Komintern ve RSFSC’nin girişimlerinin sonucuydu. Bu yıllar içerisinde bunlara benzer sayısız örnek mevcuttur.

Bu adımların atılabilmesini, hatta SSCB’nin kurulabilmesini, Komintern’in varlığı ve ona hayat veren uluslararası mücadele ile açıklamak gerekir. Ekim Devrimi bir uluslararası merkezin yokluğuna rağmen gerçekleşmiş olsa da, Ekim Devrimi ileri Komintern’i kuracak uluslararası perspektif ve mücadele ile birlikte başarıldı. Tüm bu adımların 1919 sonrasında atılmış olması takvimsel bir tesadüf değildir; uluslararası proleter devriminin Komintern’in kuruluşuyla yakından ilişkili olduğunu doğrulamaktadır.

Komintern’in dördüncü kongresinin ardından aksi bir istikametin görülmesi de bu neden-sonuç ilişkisini pekiştirmektedir. Kurulduğu 1922’den 1924’e kadar, dünyadaki tüm sosyalist cumhuriyetler SSCB’nin parçası iken; 1924’ün sonunda kurulan Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile bu durum değişmiştir. SSCB’nin kurulması ile somutlanan “özgür cumhuriyetlerin gönüllü birliği”; 1945’te Yugoslavya’nın, 1946’da Arnavutluk’un, 1949’da Çin’in de SSCB’nin dışında kalması ile terk edilmiştir. Uluslararası komünist hareketin merkezsizliğinin yol açtığı bu durum, zaman içerisinde bu devletlerin birbiri ile rekabete girmesi ile de sonuçlanmıştır. Arnavutluk ile Yugoslavya sınır kavgasına tutuşmuş, Çin-SSCB rekabeti yıkıcı boyutlara ulaşmıştır.

Ekim Devrimi’nin yenilgisinin sebepleri irdelenirken meselenin can alıcı noktası tam da burasıdır. Ekim Devrimi kuruluşuna, işçi sınıfının uluslararası önderliğini yaratma mücadelesi öngeldiği için uluslararası bir devrim olarak muzaffer olmuştur. Komintern işçi hareketinin üzerindeki tartışmasız otorite olma vasfını adım adım yitirdikçe, komünizm iddiasındaki hareketler çok merkezli bir karaktere bürününce işçi hareketinin sonraki devrimci atılımlarının hepsi ulusal sınırların içine hapsolmuş, uluslararası Ekim Devrimi’nin gerisinde kalmış, yozlaşarak birbiriyle rekabetçi ilişkilere girmiş ve en sonunda bir karşı devrim dalgasının ürünü olarak çökmüştür.

Ekim’in Koşulları ve Stratejisi Güncelliğini Koruyor

Lenin, Ekim Devrimi’nin ortaya çıktığı dönemi “emperyalizm çağı” olarak tanımladı. Dünyanın paylaşımının tamamlandığı, emperyalistler arası rekabetin kapitalizmin belirleyici dinamiği halini aldığı, paylaşım kavgasının savaşları zorunlu kıldığı bu çağ, aynı zamanda “proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı” olarak nitelendirildi.

Aradan 108 yıl geçti. Bu 108 yılda değişenler, kimileri için emperyalizm çağı tespitini rafa kaldırmaya yetti. Bunun üstüne SSCB’nin dağılması da eklenince, 21. yüzyıla uygun bir sosyalizm arayışı yaygınlaştı. Yeniyi arayanlar, U çizip Ekim Devrimi’nden onyıllar öncesine döndüler. Kautsky’i, Proudhon’u, Bernstein’ı yeniden keşfettiler.

thumbnail of rehberimiz degismediBu kafa karışıklığının yaygınlaştığı günlerde, 108 yılın ardından değişenin ve değişmeyenin ne olduğunu ortaya koymak gerekiyor.

Dünyanın paylaşımı, Lenin’e göre, 1918’de tamamlanmıştı. O günden itibaren emperyalistler arası kavga, yeniden paylaşım kavgası ekseninde sürüyor. Bugün Ortadoğu, Afrika ve Kafkasya bu yeniden paylaşım kavgasının merkezindeki bölgeler. 17. yüzyılda sömürgeci olarak Afrika’ya giren Fransa’nın nüfuz alanını sınırlamak isteyenlerin silahları, kapitalist-emperyalist sistemle birlikte şekil değiştirdi. ABD, 20. yüzyıl boyunca Fransa’nın sömürgelerindeki Fransa karşıtı darbeleri doğrudan destekleyerek 1918’de ortaya çıkan Wilsoncu politikayı sürdürdü. 21. yüzyıla geldiğimizde Rusya ve Çin de kıtadaki bu kavgaya katıldı. ABD, Asya’da da Çin, İngiltere ve Fransa’yı hedef aldı. SSCB’nin sosyal-kalkınma politikalarını ihraç ettiği ülkelerde, başta Ortadoğu’da ise, bugün Rusya’nın miras aldığı bu nüfuzu hala tam olarak kıramadı. 70’lerde Latin Amerika’dan başlayarak “demokratikleşme” kılıfıyla SSCB etkisine karşı sürdürdüğü yeniden paylaşım kavgası, 21. yüzyılla birlilkte Ortadoğu’da yükselişe geçti. Irak, Libya, Mısır ve son olarak Suriye’de sürdüğü görülen paylaşım kavgası, bir tarafın zaferiyle sonuçlanmış değil. ABD 1990’larda Balkanlar’da yakaladığı başarıyı Ortadoğu’ya taşıyamadı.

Bu 108 yıllık kavga tablosu, emperyalizm çağı tespitini doğruladı; ulusal kurtuluş mücadeleleri ve proleter devrimler filizlendi. Dünyanın birçok noktasında ayaklanmaları ve darbeleri tetikleyen bu kavga, 2011’de ise Rojava Devrimi’nin önünü açtı.

Emperyalistler arası güç dengesi, sömürgeciliğin sureti, kavganın biçimleri bu 108 yılda değişti, dönüştü. Fakat bu değişimler, emperyalizm çağını tanımlayan temel dinamikleri ortadan kaldırmadı; bu dinamiklerin etrafında gerçekleşti. Bugün itibariyle, yeniden paylaşım kavgasının derinleştiği, sonuçlarının daha fazla görünür olduğu günleri yaşıyoruz. Dünyanın farklı köşelerinde patlak veren ayaklanmalar, tertiplenen darbeler buna işaret ediyor. Bu kavganın merkezinde yer alan Kürdistan sınırlarında her gün yeni gelişmeler meydana geliyor; paylaşım kavgası ve yeni statükonun kurulması masabaşında mümkün olmuyor. Yeniden paylaşım kavgasının, yeniden paylaşım savaşına evrilmesinden kaçınarak bu işi çözmeye dönük girişimler ters tepiyor.

Uzun lafın kısası, Ekim Devrimi’nin öncesine hayli benzer bir dönemin içindeyiz. Küresel ölçekte geçerli olan bu saptama, devrimci dinamiklerin en yoğun yaşandığı Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında bir kat daha geçerli.

Ekim Devrimi, stratejisini uluslararası ölçekte tanımladı, Paris Komünü’nü aşan bir proleter devrimci örnek ortaya çıkardı. Ekim Devrimi ile ulaşılan eşik bugün hala aşılamadıysa, Ekim Devrimi’nin stratejisini belirleyen emperyalizm çağı bugün de sürüyorsa, nesnel koşullar devrimi çağırıyorsa, dolayısıyla Ekim Devrimi bir rehber olma niteliğini hala taşıyorsa, kalan tek soru işareti, proleter devrimine önderlik etmesi gerekenlerin ne durumda olduğudur.

Yeni Ekimler İçin İleri; Devrim İçin Devrimci Parti!

Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevik Partisi, bir proleter devriminin zafere ulaşması için gerekli olan iki özelliği birlikte bünyesinde barındırıyordu. Hakim sınıfın hükümetini kendi örgütledikleri bir ayaklanmayla devirme kararlılığına ve becerisine sahiplerdi. Ama aynı zamanda, iktidarı proletaryanın organlarına vermekle kalmamışlar, proletaryayı iktidarı elinde tutabilmesi için gerekli siyasi hazırlıkla donatmışlardı. Bugün Ekim Devrimi’ne yürümek isteyenler de bu yolu takip etmek zorundalar.

Fakat atılması gereken adımı atabilmek için, önce eksiğin ne olduğunu doğru saptamak gerekir. Bugün, henüz bu iki nitelikten birini veya diğerini kazanamamış, bir anlamıyla o dönem Almanya, Macaristan, Türkiye’de bulunan komünist partiler gibi bir partimiz yok. Dünya komünist hareketinin 1924-1925 sürecinde içine düştüğü ve yıllar geçtikçe daha da yıkıcı bir hal alan merkezsizlik sorunu varlığını koruyor. Bugün rekabet eden sosyalist odaklardan ziyade, geçmişin zararlı mirasını taşıyan bir odaksızlık sorunu hakim. Bu durum, geçmişin dersleri üzerinde yükselmeye değil; bu derslerin kuşanılamaması ile beraber gelen bir körlükle yeni bir yol arayışına sonuç oluyor.

Bolşeviklerin 1910’larda, Spartakistlerin 1918-1923 arasında içinde bulunduğu öznel durum bugün bizim durumumuzu açıklamak için kullanılamaz. Dünya komünist hareketinin kriz haline yüz yıllık bu süreçte verilemeyen yanıtı; Lenin’in 1901’de “Nereden Başlamalı?” sorusunu sorduğu yerde bulmak mümkün. Hedefimiz, sahip olduğumuz örgütleri büyüterek Bolşevik Parti’nin 1917’de sahip olduğu niteliklere ulaştırmak değil; bu nitelikleri bünyesinde barındırabilecek, Bolşevik Parti gibi bir partiyi yaratmak olmalıdır.

Nesnel koşulların devrime zemin hazırladığı günlerden geçerken, bolşeviklerin 1901’de bulundukları noktada olmamız en büyük sorunumuz. Aradan geçen yaklaşık 125 yılın, bu süreçte gerçekleşen muzaffer bir proleter devriminin derslerine sahip olmamız ise en büyük avantajımız. Ekim Devrimi’nin yenilgisi, SSCB’nin dağılması gibi gelişmelere rağmen bu topraklarda Ekim’i sahiplenen, devrim iddiasından vazgeçmeyen bir hareketin parçası olmak da Türkiye’deki devrimcilerin bir diğer büyük avantajı. Bu avantajları silaha çevirmek, komünistlerin parti birliğini uluslararası ölçekte sağlamaktan, Komünist Enternasyonal’i yeniden kurmaktan geçiyor.

Bütün Ülkelerin Komünistleri, Birleşin!