Yeniden Şekillenen Tablo
Türkiye’nin siyasi tablosunda önemli şekil değişikliklerinin yaşandığına şüphe yok. Süleyman Soylu’nun “sarı torbaları” yerini mecliste atılan “Bîji Serôk Apo” sloganlarına bırakıyor. Başta Demirtaş ve Yüksekdağ olmak üzere bir dizi DEM’li hala tutuklu ama gündeme damgasını vuran CHP’lilerin tutukluğu oluyor. Kitle eylemleri dendiğinde ise akla 19 Mart sonrası protesto gösterileri ve Özgür Özel’in mitingleri geliyor.
Değişiklikler 19 Mart komplosu ve takip eden eylemlerle başlamadığı gibi, Casena mağarasının önündeki törenle ya da Öcalan’ın Şubat ayındaki açıklamasıyla da başlamadı. Başlangıç noktası Bahçeli’nin “Gelsin terörist başı mecliste konuşsun” çıkışının ya da CHP’nin 2024 seçim başarısının da öncesine dayanıyor. Bir başlangıç noktası belirlenecekse bu 2023 Cumhurbaşkanı seçimleri olmalı. Tüm bu gelişmeleri Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra benimsediği yeni yönelimin niyetten bağımsız ve hepsi aynı istikamette olmayan sonuçları olarak değerlendirmeli. Erdoğan, 7 Haziran 2015’ten sonra MHP’ye teslim olarak başlattığı içsavaşı parlamenter araç ve hesaplarla yönetmekte uzun bir süredir zaten zorlanıyordu. 2023 seçimlerinin ardından bundan böyle bu yükü taşıyamayacağına hükmetti ve içsavaşa son verecek ve MHP’den kurtulmasını mümkün kılacak bir normalleşme arayışına kesin olarak girdi. MHP’nin bu sürece Öcalan hamlesiyle verdiği yanıtla birlikte bugünkü siyasi tabloyu tarif eden gelişmeler peşpeşe ve çelişkili bir biçimde yeni tabloyu şekillendirdi.
İkincisi bugünkü tablo, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasından ve özellikle de ABD emperyalizminin bunalım ve yönelimlerinden bağımsız değil. Ukrayna, Suriye, Filistin’de patlak veren savaşlar Türkiye’deki içsavaşla ne kadar bağlantılı idiyse, bugün de Filistin, Suriye ve Ukrayna’da yürütülen ateşkes ve barış görüşmeleriyle Erdoğan’ın içbarış arayışları birbiriyle o kadar bağlantılı. ABD emperyalizminin bir açmaz içinde olması, bu açmaz karşısında Obama’dan-Trump’a uzanan çizginin ABD’nin askeri müdahalelerini azaltması girişimleri bugünkü sürecin doğrudan belirleyenidir. Bu uluslararası belirleyeni akılda tutmak, ABD’nin çapsızlaşması nedeniyle bu ateşkeslerden hiçbirinin, Türkiye’deki de dahil olmak, üzere uzun ömürlü olmayacağını gösterir.
Üçüncüsü, Türkiye siyasetinin yeniden şekillenmesi hiç de sıra dışı bir gelişme sayılmaz; hatta vaka-ı adiyedendir. Benzer biçim değişikliklerine yakın tarihte sıkça tanık olduk. 7 Haziran’ın ardından çözüm masasının dağılması, bir içsavaş hükümeti olarak Cumhur İttifakı’nın kurulması, CHP ile HDP’nin yakınlaşması ve neredeyse tüm sol hareketin CHP’nin peşine takılması böylesine değişikliklerdi. Öncesindeki Balyoz ve Ergenekon davaları, DTP/BDP’nin mecliste bağımsız bir blok olarak yer almasıyla ilerleyen çözüm süreci gözleyenleri daha az şaşırtmamıştı. Daha öncesinde yaşanan benzer şiddetteki şekillenmeleri de geriye giderek hatırlamakta fayda var: Öcalan’ın rehin alınmasından sonra Kopenhang kriterleriyle ve AB hayalleriyle ilerleyip Dink cinayeti, Cumhuriyet Mitingleri ve AKP’ye yönelik kapatma davasıyla kapanan süreç, Özal’ın Çankaya’dan indirilmesiyle başlayıp 2 Temmuz’la, Gazi’yle, Kürt köylerinin yakılmasıyla ilerleyip 28 Şubat’la kapanan süreç, 12 Eylül’cülerin partisinin ilk seçimde sahadan silinip meydanı Özal’a bırakmasıyla başlayan süreç
Tüm bu yeniden şekillenmelerin ortak yönü hepsinin gerici reformlar içermesiydi. Yani emekçilerin yaşam koşullarını düzeltmek şöyle dursun onları yıkıma uğratan, onların örgütlenmesinin önünü açmak şöyle dursun, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasına yeni kayıtlar ve koşullar ekleyen reformlarla ilerlemeye çalışmasıydı. Kuşkusuz daha hassas bir ölçüt kullanıp tüm bu süreçleri alt şekillenme süreçlerine de bölmek mümkün. Ama belli ki 12 Eylül’ün son kırk beş yılında bu sonuncusu hariç en az beş yeniden şekillenme yaşanmış. Başka bir deyişle 12 Eylül sonrasında siyasi konjonktür neredeyse her yedi-sekiz senede bir yeniden şekillenmiş.
O halde bugünkü yeniden şekillenmeyi bir yapı değişikliği olarak görmemeli. Bu sonuncusu dahil olmak üzere tüm yeniden şekillenmelerin temel ögeleri, yapısı aynı kalan rejimin içinde kurulan farklı ittifaklar ve farklı reform girişimleridir. Aslına bakılırsa tüm bu girişimlerin hepsi varolan yapıyı kademe kademe değiştirmeyi, yeni bir yapıyı reformlar aracılığıyla kurmayı amaçlıyordu. Ama hiçbiri başarılı olmadığı için hepsi yerini bir başka girişime, başka şekillenmeye bıraktı. Dolayısıyla bugünkü şekillenmeyi onun aslında yeniden yapılanamamanın bir başka sonucu olarak irdelemeli.

Rejim ve Kriz
Türkiye siyasetinin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var ama yeniden yapılanamıyor. Yeniden yapılanmaya ihtiyacı var çünkü 12 Eylül rejimi daha en baştan başarısız oldu. Türkiye’nin batısındaki devrimci hareketi etkisizleştirip dağıtmayı başarsa da Kürdistan’ın kuzeyindeki dinamikleri teslim alamadı, ezemedi hatta onları daha da büyüttü, yaygınlaştırdı. Kürdistan’da büyüyüp yayılan mücadele 12 Eylül rejiminin yeniden yapılanmasını şart koşan birinci etmendi. Yeniden yapılanmayı dayatan bir diğer etmen ise SSCB’nin çöküşüne paralel ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’da değişen hesapları ve Türkiye’ye yüklediği rol oldu. Bu bakımdan 80’lerin sonundan beri, önces anayasa reformu sonra ise yeni anayasa Türkiye siyasetinin vazgeçilmez gündemi oldu. 1982 Anayasası dünyanın maddeleri en sık ve büyük oranda değiştirilen anayasası sayılabilir. Bir tek Hindistan’ın gerisinde. Ama orada da söz konusu olan teknik detaylara boğulmuş, dünyanın en uzun anayasası. Ve meclis basit çoğunlukla rejimin kurumlarını değil, idari, teknik detayları değiştiriyor.
Anayasa sorunu bu kadar gündemde olmasına karşın, Türkiye siyasetindeki her yeniden şekillenme girişimi hüsrana uğradı. Aslında bu başarısızlığın basit bir açıklaması var. Bu günlerde hakim liberal eğilim nedeniyle fazla hatırlanmasa da devlet hakim sınıfın baskı aygıtı. Her yeni rejim de bu silahlı baskı aygıtının yeniden örgütlenmesi anlamına geldiği için ancak eski rejimi tanımadan, zor yoluyla, yani ya devrimle ya da karşı-devrimci bir darbe yoluyla kuruluyor. Türkiye’de ise darbe yolu tümden kapalı olmasa da burjuvazinin herhangi bir kanadı bu yolu tercih edemiyor. Burjuvazinin devrimden (dolayısıyla bir karşı-devrimden de) ürken statükocu genel eğiliminin dışında Türkiye somutluğunda bu durumun dört nedeni var. Birincisi ABD’nin böyle bir darbe gündemi ve niyeti yok. İkincisi halihazırdaki rejim Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir bütün olarak hareketiyle kurulduğu için, burjuvazinin rejim değişikliği isteyen kesimleri bunu gerçekleştirecek enstrümandan yoksunlar. Üçüncüsü, kırk beş yıl içindeki tüm reformlar asıl darbeci güç olan orduyu zayıflatıp felç etti, dolayısıyla bu kesimlerin kendi iktidarlarını 28 Şubat türü yeni bir darbeyle tahkim etme imkanlarını ortadan kaldırdı. Dördüncüsü ve en önemlisi 12 Eylül başarısız oldu. Kürdistan’daki devrimci dinamikleri ezemediği gibi Türkiye sınırlarının batısında da bir toparlanmayı engelleyemedi. Bugün 12 Eylül’den 45 yıl sonra Türk egemenlerinin karşısında baş edemedikleri bir emekçi ve ezilen hareketi vardır. Tüm bu nedenlerden ötürü Türkiye burjuvazisinin hiçbir kanadı başarısız 12 Eylül rejimini yeniden yapılandırmayı seçmedi. Hepsi rejimi muhtelif ittifak ve reformlarla kademeli olarak dönüştürmeye çalıştı. Ama her yeni ittifak, her yeni dönüştürme girişimi sınıf mücadelesinin yalın gerçeğine tosladı. Zorla kurulan rejim zorla değiştirilmeyince her değişiklik mevcut siyasi kilitlenme ve çürümeyi derinleştirdi, rejimin payandalarını parça parça devirerek onu içinden çıkamadığı bir krize soktu.
12 Eylül rejimi sadece devrimci dinamikleri ortadan kaldırmakta başarısız olmadı. 90’larda Kürdistan’da saha temizliği yapmak için aldığı önlemler, bir göç dalgası sonucunda Türkiye metropollerinde yeni bir proleter katman üretti. Yetmişlerden beri devrimci mücadeleye ev sahipliği yapan varoşlarda bu sefer de işçi sınıfının, ağırlıklı olarak Kürt göçmenlerden oluşan, militan ve politik bir kesimi birikmeye başladı. Bugün hiç sorgulanmadan “Kürt hareketi” olarak kodlanan HEP’ten BDP’ye, HDP’den DEM’e uzanan aslında Türkiyeli sosyalist hareketin en önemli bileşeni olan siyasi partinin tabanı da hala ağırlıklı olarak bu proleterlerden oluşmaktadır. Tabanının devrimci karakterine karşın bu siyasi oluşumun son yirmi yıldır açıkça devrimci olmayan bir yönelimle, açıktan reform çağrı ve girişimlerinde bulunarak güç kazanması bugünkü siyasi krizi derinleştiren, ama aynı zamanda reformist çözüm arayışlarının hem yönünü belirleyip hem de ömrünü kısaltan en önemli gelişmedir.
Bugün Türk hakim sınıfının yeni bir karşı-devrimci hamle yapacak gücü yok. Devrimden ölesiyle korkuyor ama, son barış görüşmelerinin de gösterdiği gibi, reformist bir emekçi hareketine de mecbur. Bu açmaz içinde kâh emekçi ve ezilen hareketini hedef tahtasına oturtuyor, kâh onun seçimdeki gücünden faydalanmayı umuyor. Hangi şekillenme olursa olsun Türkiye’deki siyasi tablonun altında bu temel dinamikler, onun etrafından dolaşmaya çalışan burjuvaziye ve onu yok sayan sola kendini bir anayasa krizi olarak hatırlatan, Erdoğan’ın siyasi akıbeti sorununa düğümlenmiş bir rejim krizi yatıyor. Bu nedenle aslında en yüzeysel bakışla dahi DEM’i tarafsızlaştırarak, bu partiyle CHP arasındaki adı konmamış seçim ittifakını parçalamayı ve Erdoğan’ın görev süresini uzatmayı hedeflediği görülen, bir ucunda çözüm süreci diğer ucunda İmamoğlu’nun rehin alınması bulunan şekillenme, rejimin özünü de temel belirleyenleri de değiştirmedi.
Her yeni ittifak girişimi 12 Eylül rejiminin dayanaklarını seçimleri de kapsayacak şekilde daha da zayıflatıyor, onu felç ediyor. Tüm burjuva partileri zayıflarken paradoksal olarak, bağımsız herhangi bir iddiaya sahip olmayan, olamayan, reform yoluyla demokratikleşme bayraktarlığı yapan, odağında DEM’in bulunduğu sol hareket parlamenter olarak güçleniyor. Reformizmin bayraktarlığını yapanlar bu gelişmeyi, öngörülerinin doğrulandığını gösteren, bir gurur vesilesi olarak kabul ediyorlar. Daha da güçlenerek toplumsal muhalefetin merkezi, ve kah basınç yapıp kah hükümete eleştirel destek vererek, Türkiye’nin dönüşümünün bir parçası olma hayalleri kuruyorlar.
Reformistlerle girdikleri polemiklerinde devrimcilerin işaret ettikleri gerçek hiçbir zaman reformist akımların güçlenemeyeceği olmadı. Reformist akımlar elbette güçlenirler, hatta burjuva siyasetinin çatlakları, krizleri, bugün olduğu gibi, onların daha da güçlenmesinin yolunu döşer. Anca bu güçlenme reformizmin asıl açmazını daha da belirginleştirir. Onun açmazı, bir türlü güçlenememesi değil bu gücü nasıl kullanacağı sorusunu cevaplayamamasıdır. Zira güçlenen bir reformist hareket er ya da geç çözümü için bir devrimi ya da karşı-devrimi dayatan sorunlarla yüzleşmeye mecbur kalır. Türkiye de bu durumun istisnası değil. Hatta reformist akımların bağımsız bir siyasi hatta ilerleyememesi tastamam bu durumdan ötürü.
Türkiye’de Erdoğan’dan kurtulma sorunu bir devrim sorunu. Yeni bir anayasanın yapılması bir devrim sorunu. Kürtlerin ulusal haklarına kavuşması bir devrim sorunu. İşgal ve ilhak politikalarının son bulması, Türkiye’nin NATO ittifakından çıkması, zindanların yıkılması ve siyasi tutsakların özgürleşmesi de bir devrim sorunu. Bu ve onlarla ilişkili sorunlara çözüm üretmek hiçbir reformist siyasetin harcı değil.
Rejim krizinin temel sorunlarına devrimci bir temelde yanıt getiremeyen reformist hareketin akıbeti burjuvazinin bugüne kadar deneyip başarılı olmadığı girişimlerden farklı olmayacaktır. Onun tüm bu süreç içinde güçlenmesi, hayallerine ulaşmasını sağlamayacak sadece onu daha büyük bir hedef haline getirecek, çöküşünü daha sarsıntılı kılacaktır.
Türkiye siyasetinin son iki seneki şekillenmesi farklı kanatlarıyla DEM’i tarafsızlaştırma hamlelerinin başka bir boyuttaki sonuçları. Ancak önemli bir yeniliğe de dikkat çekmek şart. Geride bıraktığımız kırk beş yıl içinde rejimi yamalı bohçaya çeviren tadilatlar esas olarak demokratikleşme koduyla ve 12 Eylül rejiminin kimi yönlerinin törpülenmesi hedefi ve şiarlarıyla yürütülüyordu. Dolayısıyla atılan adımlar esas olarak 12 Eylül rejiminin kurumlarını zayıflatıp yıpratıyor, bu sınırın ötesine geçmiyordu. Bugün hükümetin Öcalan’ın elini tutmaya mecbur kalması siyasi krizi yeni bir aşamaya taşıyor. Bu son açılımlarla birlikte, bu süreçten bir şey çıksın çıkmasın, yasal bir düzenleme yapılsın yapılmasın, 1920’de kurulmuş devletin üniter biçimi artık tartışma masasında. Bir rejimi anayasal yolla kırk türlü girişimle değiştiremeyenlerin, bütün rejimlerin üzerinde kurulduğu üniter devleti reformlarla dönüştürebileceği elbette hayalin daniskasıdır. Rejimin bekçilerinin çaresizliğiyle birleştiğinde varolan siyasi krizi iyice çözülmez kılacağına şüphe yok.

Sosyalist Strateji
Sol hareket mevcut siyasi tabloyu farklı merceklerden değerlendiriyor olsa da tüm akımlar aslında aynı soruyu yanıtlamaya çalışıyor: Bir emekçi başkaldırısını kışkırtan koşullar gün geçtikçe olgunlaşırken emekçilerin eylemli muhalefetindeki bu cılızlığın sebebi ne olsa gerek? Bu ataleti ortadan kaldırmak için atılması gereken adımlar nedir? Strateji tartışmaları esas olarak bu sorunun etrafında yoğunlaşıyor. Siyasi tablodaki her yeni şekillenmeyle birlikte bu eski tartışma bir kez daha alevleniyor.
Tartışmayı yürütürken öncelikle “solun yahut emek hareketinin zayıflığı”, “solun emek hareketiyle bağ kuramaması” ezberini terk etmeli. Emek hareketini sendikal haklar için eylemli bir biçimde mücadele eden kesimlerle sınırlamayanlar, onu siyasal bir hareket olarak görenler Türkiye’deki emek hareketinin halihazırda dünyanın belki de en güçlü emek hareketlerinden biri olduğunu fark edecektir. Bugün meclisin en büyük üçüncü partisinin bir sosyalist parti olması da, yakın tarihimizdeki Gezi’nin ardından tüm Türkiye’ye yayılan eylemler de, 6-7 Ekim Kobane ayaklanması da emekçi hareketinin birer parçası, onun güçlü varlığının birer sonucu. Üstelik emek hareketin bu gücü, onun patlayıcı potansiyeli, Türkiye’deki mevcut krizin düzen içi yollarla geçici bir çözüme bağlanma imkanını da ortadan kaldıran başlı başına bir etmen. Bu nedenle asıl sorun edilmesi gereken solun emek hareketiyle bağlarının zayıflığı değil. Hatta bugünkü ataleti asıl olarak sol içinde parlamentarist ve düzen içi politikalardan medet umanların emek hareketi içindeki ağırlığıyla açıklamak gerekir. Sorun edilmesi gereken genel olarak solun zayıflığı değil devrimci güçlerin sol hareket içindeki etkisizliğidir.
Emekçiler ve ezilenler cephesinde reformist solun örgütlü ve güçlü varlığı şu kısır döngüye yol açıyor: Türkiye siyasetinin sorunlarına yanıt getirmek isteyenler, bunu hangi taktik inceliklerle allayıp pullasınlar, CHP merkezli burjuva muhalefetinin peşine takılıyorlar ve burjuva siyasetindeki çözümsüzlüğün bir parçası olarak emekçi hareketine büyük bir karamsarlık aşılıyorlar. Bu yönelimden uzak durmaya çalışanlar ise, devrimci politikayı tek başlarına üretemeyeceklerinin bilinciyle ya emekçi hareketin sendikal mücadele alanındaki kısmi mücadelelerine yoğunlaşıyorlar ya da geçmişte Gezi bugün de Saraçhane örneğinde olduğu gibi yeni ve bambaşka bir kesimin sahaya çıkmasından medet umuyorlar. Bu kesimlerin mücadelesi sönümlenince bu sefer elde sadece şu ya da bu kısmi mücadele alanına hapsolan akımların ortak kaderi olan dar grupçu rekabet kalıyor.
Bu kısır döngüden çıkmanın yolu elbette ve sadece devrimci siyasettir. Emekçi hareket içindeki düzen içi solun etkisi siyasal sorunlardan uzak durarak değil onları gündem ederek devrimci ve eylemli yanıtlar üreterek kırılır. Bu sorunların başında kuşkusuz halihazırda Türkiye’deki tüm siyasal sorunların düğümlendiği Erdoğan sorunu geliyor. Emek hareketinin içinde devrimci çizginin güç kazanması için, Erdoğan’ın koltuğundan anayasal-parlamenter yollarla indirileceğini söyleyenlerin karşısında Saray’a yürümeyi, Saray’ı yıkmayı da hedefleyen bir eylem çizgisini savunmak gerekir. Ancak belli ki bugün doğrudan Saray’a yürümeye hazır bir emekçi kitlesi yok. Tersinden geçmişteki siyasi yanlışların da sonucunda hakim eğilim İmamoğlu’nun aday olmasını ya da CHP’ye kayyum atanmamasını Erdoğan’dan kurtulma mücadelesinde hayat memat meselesi olarak görüyor. Bu hakim kavrayış Saraçhane örneğinde görüldüğü gibi, başlangıçta sağlıklı bir politik refleksle polis barikatlarının üstüne yürüyen kesimleri de etkisi altında tutuyor. Böyle bir iklimde sadece “polis barikatlarının ve sarayın üstüne yürüme” çağrısında bulunmakla yetinmek belli bir noktada, bir temenniyi ifade etmekle sınırlı kalan lafazan bir çizgiye hapsolmaya yol açıyor. Lafazan pozisyona düşmek istemeyenlerin üzerinde ise Özgür Özel’in eylem çizgisinin bir parçası olma basıncı artıyor.
Oysa Türkiye’de tüm siyasal sorunların Erdoğan sorununa düğümlenmiş olmasının ikili bir anlamı var. Bu düğüm bir yönüyle geçelim Türkiye siyasetinin temel sorunlarının çözülmesini, çok basit sorunların çözülmesi için yani emekçilerin yaşamında en basit bir gündelik kazanımın elde edilmesi için bile Erdoğan’ın devrimci bir yoldan tahtından indirilmesini şart koşar. Ama aynı düğüm diğer yandan da Erdoğan’ı alaşağı edebilmek için onun siyasi akıbetine düğümlenmiş ve bir devrimi gereken temel siyasi sorunlara da yanıtlar üretmeyi dayatır. En basitinden NATO’yla barışık olarak Erdoğan’dan kurtulmak mümkün değildir. Ama Türk devletinin sadece Kıbrıs’taki, Afrin’deki değil aynı zamanda Amed’deki haksız varlığına karşı çıkmadan, Lozan’la boyunduruğu pekiştirilmiş Kürt ulusunun devlet kurma ve bağımsızlık hakkını savunmadan da Erdoğan’dan kurtulmak mümkün değildir. Benzer biçimde tüm siyasi tutsaklara özgürlük talep etmeden, demokratik bir anayasanın ancak emekçilerin egemenliği altında yapılacağını savunmadan da Erdoğan’dan kurtulmak mümkün değildir. Zaten tam da bu nedenle bu düğümü kesmek bir devrim sorunudur.
Bu nedenle saraya karşı verilecek mücadeleyi, hedefi saray olarak göstermeyi, devrimci güçleri birleştirecek ve onları güçlendirecek bir ortak payda, bir başlangıç noktası olarak tarif etmek mümkün değil. Sarayı yıkmaya yönelik mücadele devrimci güçlerin birliğinin kalkış noktası değil sonucu olabilir. Saraya karşı mücadeleyi eylemli bir çizgide yürütebilmek, parlamentarist hesapları ve entrikaları boşa çıkarabilmek için Türkiye siyasetinin her zemininde devrimci politikalar üretip hayata geçirmeye yani devrimci bir odak yaratmaya ihtiyaç var. Bu odağı yaratmadan üretilen her türlü taktik hamle ya burjuva partilerinin peşine takılacak ya da doktriner bir girişim olmanın ötesine geçemeyecektir. Bu odak yaratılmadıkça emekçi hareketinde yaşanan hiçbir kabarma isyan hükümete karşı bağımsız bir emekçi seferberliğine dönüşmeyecektir.
Devrimci Odak
Mevcut güç dengeleri içinde özellikle de devrimci güçler bu denli dağınık iken söz konusu odağın tek başına şu ya da bu akım tarafından yaratılamayacağı açık olsa gerekir. Devrimci bir odak ancak devrimci iddiayı taşıyan güçlerin eylem birliği sonucunda yaratılabilir.
Ancak devrimci temelde bir eylem birliği kurmak devrimci bir odak yaratma doğrultusunda atılacak ilk adımdır. Bu adımı atmak devrimci akımları dar grupçu rekabet girdabından çıkarsa, ona bir özgüven sağlasa da odak olmak için yeterli değildir. Odak vasfının kazanılması, Türkiye siyasetinin sorunlarını devrimci temelde çözme iddiasındaki güçlerin üç ayağı olan bir mücadele yürütmesine bağlıdır.
Birincisi tarihimiz ve sembollerimizle ilgilidir. Her şeyden önce bu eylem birliği, Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne, Mustafa Suphi’den Kaypakkaya’ya devrimci tarihimizi ve sembollerimizi onların içini boşaltıp gasp etmeye çalışan sol liberal ya da sosyal şoven akımlardan kurtarmalıdır. Osmanlı paşalarından devrimci imal etmeye çalışanların karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin emekçilerin sınıf düşmanı olduğunu ısrarla hatırlatmadan devrimci sıfatına anlam katmak, devrimci bir odak yaratmak mümkün değildir. Bugün yıldönümü yaklaşan Ekim Devrimi kah geride kalmış bir çıkmaz sokak kah kemalizmin bir numaralı destekçisi olarak sunulurken bu adımı atmak özellikle güncel ve önemlidir.
İkincisi, Türkiye siyasetinin temel sorunlarının ancak devrimle çözüleceğini hatırlatmakla yetinmemek, anayasa tartışmalarından işgal/ilhak operasyonlarına, seçimlerden kuyu tipi hapishanelere, göçmen işçilerden sendikal yasaklara, Kıbrıs’tan NATO’nun askeri varlığına tüm siyasal sorunlara dair burjuva partilerinden bağımsız, onlarla farkını açığa çıkaran eylemli bir tutum tarif etmek gerekir. Başlangıçta tarif edilen eylem çizgisi elbette kitlesel olmayacaktır, hatta muhtemelen sadece devrimci akımların militanlarıyla sınırlı olacaktır. Ama devrimci siyasetin işçi sınıfı ve ezilenler içinde karşılığı vardır. Reformist siyaset, düzenin varsayımlarıyla konuşmasının verdiği tüm konfora ve kitleselliğe rağmen geleceksizdir.
Üçüncüsü, tam da bu nedenle, bu bağımsız tutumu tarif etmekle kalmayıp emekçi ve ezilen örgütleri içinde yürütülen çalışmaları bu tutumlarla uyumlu bir biçimde ortaklaşa yürütmek gereklidir. Emekçilerin en politik ve militan kesimlerinin içinde kendine mevziler yaratamayan herhangi bir devrimci tutumun laf olmanın ötesinde bir anlamı da olmayacaktır.
Türkiye’deki devrimci güçlerin eskisine kıyasla daha zayıf daha dağınık hale geldiği, çoğu akımın devrimci iddialarını sessizce terk ettiği yahut kendilerine bu iddiaları taşımayan yan kimlikler ürettiği bir vakıadır. Ancak Türkiye devrimci hareketinin, yanıbaşındaki Kürdistan dinamiğinin de etkisiyle bir türlü bitirilemediği, bu odağı yaratacak güçlere sahip olduğu da gerçeğin diğer yönüdür. Üstelik sadece hükümeti ve muhalefetiyle burjuva güçler değil, düzen içi mekanizmalara bel bağlamış tüm reformist akımlar da çözümsüzlük içinde sıkışmışken, düzenin başarısızlıklarına ortak olmaya sürüklenirken, devrimci bir eylem birliğinin bir odak olma vasfını kazanması için koşullar her zamankinden elverişlidir.
Türkiye siyaseti bir kez daha yeniden şekillenirken figüran değil özne olmak isteyenlerin atması gereken ilk adım kendi tarihine ve sembollerine sahip çıkmaya kararlı, Türkiye siyasetinin sorunlarına düzen partilerinden bağımsız yanıtlar üreten, bu yanıtları sınıf içindeki çalışmasıyla somutlayan bir eylem birliğini yaratmak olmalı. Önümüzdeki “stratejik” görev tam olarak budur.










